Ante bellum (pre-war, savaştan önce) Amerika'sında geçen bu filmden etkilenmemek mümkün değil kuşkusuz. Ama bu, filmin en basit tabiriyle kölelikten bahsetmesinden. Güzeelce uyarlanmasından ya da süper bir filme dönüştürülmesinden değil.
Naçizane.
Yardımcı kadın oyuncumuz Lupita Nyong'o'ya tebrikler, sevgiler o ayrı. Nereden geldiği ve neler yaptığı da ayrı. Oskarlık olmasa da oyunculuğu da ayrı. Ama film apayrı. En iyi film?!
Başkanını bile "zenci"lerden seçmiş Amerika'da, ırkçılık karşıtı bir filmin ödül alamaması beklenemezdi zaten. Ama 3 ? Lincoln de 2 tane almıştı ama en azından bir oyunculuk vardı göz dolduran.
Ya filmden elbette etkileniyorsunuz; sizin benim izlemeye dayanamadığımız işkencenin, zulmün gerçekten yaşanmış olduğu gerçeği bile acıtıyor içinizi. Ama bu işe prodüksiyon olarak bakıyorsak, sadece içeriğini değerlendiremezsiniz. Hadi içerik için en iyi uyarlama senaryoyu verdiniz, ki bence burda puan John Ridley'nindir- diğer ikisi ne ?
Neyse, öyle çok pazarlandı ki beklentilerimi karşılamadığı için huysuzca eleştiriyorum belki de :)
Film, kahramanımız Solomon'un (Chiwetel Ejiofor-bir tek Phil Spector'dan bir görüntüsü aklımda) özgür hayatından karelerle başlıyor. Flashbackler flasforwardlar biraz kafa karıştırsa da esaretteki hayatından bahsedeceğini bildiğimiz için parçalar yerine oturuyor. Gerçi ben o esaretin 12 sene sürdüğünü anlayamazdım filmin adı olmasa. Zaman aktarımında bir eksiklik var. Başka bir çiftlikte çalışmaya gönderiliyorlar mesela, hadi diyorsun en fazla bir hasat dönemidir, bir dönüyorlar ortada 5-6 yaşlarında bir çocuk. Teninin renginden anlıyoruz ki gitmeden önce etinden de faydalandığı kölesinden yaptığı çocuk bu. Hııı, tamam.
Senaryonun gerçekleri içermesi kaynaklı duygusallığı bir kenara bırakınca, inanmaya zorladım kendimi biraz. 12 yıl köle olarak çalıştırılmışsın, her yerinden makyaj olduğu belli olan kırbaç izleri dışında hiç mi etkilenmedin be adam ? Yemek yerken görüyoruz tabağını, iki lokmacık, hiç mi kilo vermedin ? Saçların da mı beyazlamadı yahu ? Biz üzüntüden bir gecede saçları beyazlayan bir milletin çocuklarıyız sonuçta :)
Çaresizlik en çok vurgu yapılan konu filmde haklı olarak. Tarihteki gerçeklik bu zaten. Umarız tarihte kalmıştır tabi. Dallardan yontulan kalem ve böğürtlen suyundan mürekkep ile aileye mektup gönderme çabası, hep elimizin altında sandıklarımızın olmadığında ne hallere düşebileceğimizi gösteriyor. Cast Away'de ateş yakmak için kendini paralayan Chuck'ın evine döndüğünde masanın kenarında gördüğü çakmağın, yeni (aslında döndüğü) hayatındaki önemsizliğini fark etmesi gibi.
İşkence
sahnelerinin gerçeğe yakınlığının ise hakkını vermek lazım.
Sahnelerin gerçekçiliğinin, başarılı bir çekimi gözümün algılamasından mı yoksa
sahnelerin içeriğini beynimin algılamasından mı kaynaklandığını ayırt
edemesem de.
O değil de Solomon'un cehennem korkusuyla acısına son vermediği Patsy'ye ne oldu ? Hakikaten merak ettik, etmedik değil..
Tabi bir de Brad Pitt'in kısacık bir görüntüsü, iki dakikaya kahraman olması ise ah sen de yaşlandın be brad hayıflanmaları arasında gülümseten bir detaydı diyerek bu bahsi kapatalım kuzum.
Sonuç olarak, kültür emperyalizminin çıkış noktası, tarihsel gerçeklik algısını bile değiştirebilen (bkz.vietnam savaşını amerikalıların kazandığının sanılması) Hollywood'un günah çıkarmak için bulduğu güzel bir yöntem. Biz neden yapmıyoruz derseniz, daha günahlarımızı kabul bile etmedik de ondan...
Bu hafta biraz "Akademi" filmlerinden bahsedelim.
Öncelikle bu filmin 3 ödül aldığını söylemek lazım. Aslında film değil, emektarları aldı heykelcikleri. En iyi erkek, en iyi yardımcı erkek oyuncularla en iyi makyözleri bünyesinde barındıran film.
İlk defa, bir yardımcı erkek oyuncunun ödül aldığına bu denli sevindim desem yeridir. Fight Club'da melek yüzüyle dikkatimizi çeken, Requiem for a Dream'de ne etliye ne sütlüye yaranamayan Jared Leto'ya kangurucıleyşıns.
Teşekkür konuşmasında Ukrayna ve Venezuela'ya selam göndermesini ve anneciğine olan minnettarlığını da not etmek lazım.
Matthew McConaughey'nin (telafuzunu hala beceremem) ödülü hak etti dedikleri performansını ise aradım aradım, bulamadım filmde. Verdiği kilolarla Fighter'daki Christian Bale'i anımsattı bana, bunun dışında diyeceğim yok :)
Gel gelelim filme. Senaryo zaten etkileyici, en azından içerdikleri açısından. İnsan hayatının paranın hep bir adım gerisinde olduğunu bir kez de AIDS'in yaygınlaştığı yıllarda FDA (Amerikan İlaç Onay Bilmemnesi) ve üretici şirketler üzerinden izliyoruz. Senaryoda en hoşuma giden şey, HIV pozitif karakterlerin üzerinden yapılmayan ezik edebiyatı (ki biiiz, bunu da çok iyi biliriz). Gelin görün ki, dramatikleştirmeyelim derken işlenmesi gereken yerler de eksik kalmış sanki biraz. Melek yüzlümüzün can verdiği Rayon karakteri hep gerilerde. Tamam yardımcı oyuncu ama, onun hikayesinde daha fazla vurgu olmalıydı sanki. Ailesiyle (daha ziyade babasıyla) ilişkileri, uyuşturucu bağımlılığı, hastahanede eşyalarını toplarken dağılmış sevgilisi, dozu azalmayan melankolisi ya da esas oğlanımız Ron'a olan minnettarlığı. Ama Rayon da oynamış arkadaş, verilen kiloların esamesi okunmaz o performansının yanında. Tekrar kangurucıleyşıns.
Açgözlülüğe odaklanmış film. Hem ilaç üreticilerinin, hem FDA'nın, hem de bizim Ron'un. Gelin görün ki, hayat Ron'u öyle bir yere sürüklüyor ki kahraman oluyor-en azından olmaya çalışıyor. Para saikiyle başladığı serüvenini FDA ve hükümeti dava ederek noktalıyor.
İlk başta tam bir "jerk" bu Ron. Rodeoları izlerken birden çok hatunla sevişmeler, gelsin kokainler gitsin viskiler. Sen homofobinin dibindeyken, Rayon'du hemşirelerin olmadığı anda sana hastahanede yardım eden. Yaaa Ron. Ki beni filmin en çok etkileyen yanı, Ron gibi önyargılı bir adamın, yalnızca homoseksüellerin AIDS virüsü kaptığının sanıldığı bir dönemde virüsü (homoseksüel olmayan bir ilişkiden) kapmasından sonra, onların da hayatın bir parçası olduğunu; onlarla ortak olacak, hatta öldüğünde kendinin onaylamadığı ilacı verdiği için doktorunu cinayetle itham ederek duvara yapıştıracak ya da eski dostuyla markette karşılaştığında zorla eşincel ortağının elini sıktıracak kadar kabullenmesiydi.
Birkaç sahne var ki etkilenmemek mümkün değil, en azından zat-ı halimce. Polis arkadaşının babası için alzheimer ilacı gönderişi ki bu duygusal sahnemiz. Gülümseten sahnemiz ise sahte reçetelere yazdığı hasta isimlerinin aslında Dallas Cowboys oyuncularının isimleri olması :)
Rayon'umuzun zayıflığını -hem fiziken, hem de ruhen- gördüğümüz sahnede söyledikleri, Ron'un Texas'taki doktorunun ofisindeki tırtılların kelebeğe dönüştüğü andaki ölümüyle öyle uyumluydu ki. "God, when I meet you, I’m gonna look pretty, if it’s the last thing I do. I’ll be a beautiful angel." Hakikaten güzel bir melek oldu melek yüzlümüz filmin sonunda.
Küfürbaz, alkolik, açgözlü Ron'un yardımseverliği, sevgiyi, dostluğu, dostlarını kollamayı (sevgi kelebeği de olmadı gerçi) kısaca insanlığı öğrenmiş ve yaşamaya zamanının olmadığı hayatı için savaşmakta olduğunu kabullenmiş halindeki sözleriyle bitirelim madem:
I got one..one life right?-- mine. But I want someone else’s sometimes.
If it was never new, and it never gets old, then it's a folk song.
Ben bugün bunu gördüm. Filmekimi'nde göremediğime hayıflandığım. Başka Sinema'da izleyemediğim.
Coen Abilerin filmi olduğunu yönetmenin kim/kimler olduğuna bakmadan da anlarsınız aslında. Kendileri için çekmişler yine. Akademiye cüccük yaparak çekmişler, yine. Kara komedilerinden yapmışlar bir tane daha. İyi ki döndüler.
Görüntüler muhteşem. Oyunculuklar da öyle. Ama ben biraz hikayeyi aradım şahsen. Bulabildim mi? Yok, bulamadım.
Bu entrydeki https://eksisozluk.com/entry/40771114 arkadaşa selam çakarak diyorum ki, ne olmuşsa o intihardan sonra olmuş. Ama adamın George Washington köprüsünden atlayışı dışında elimizde hiçbir bilgi yok. Bekledik mi, vallaha bekledik. Öğrenebildik mi? Yok.
Hep bekledik, hadi yırtsın, hadi şöhret olsun diye. Oldu mu? Yok.
Boşverin hepsini; sırf o kedi yüzünden izlenir bu film. Ulysses hem de adı. Bakışı, duruşu, herkes kadar karakter oyunculuğu. Sevmek, mıncıklamak istediğiniz değil, saygı duyacağınız bir kedi bulmuş abiler. Ve oynatmışlar!
Müzikler konusunda ise şahsen soundtrackini görünce kaçacağım bir film oldu. Folk müzikten anlamam, kabul, ama yoruldum. Enerjimi sömürdü sanki Turist Ömer Uzay Yolunda filmindeki canavar gibi.
Ne yalan söyleyeyim kimin biyografisine göz kırpıyordu bu film, bilmiyordum. Araştırdım, öğrendim. Bulması benden, okuması sizden. Dave Van Ronk efendim: http://en.wikipedia.org/wiki/Dave_Van_Ronk
Coen Abiler böyle yapmıyor mu hep? Bana en azından hep böyle oluyor. Hem çok şey söyleyesim geliyor, hem çok çok az şey. Sonuç; hiçbir şey söylememiş kadar az şey söyleniyor ama aklımda bir yer kaplıyor,yine.
http://www.imdb.com/title/tt2042568/
Bir cumartesi günü. Günler önce alınan bir bilet. Ama ne hevesle. Çocukluğunun okumaları, hayali karakterlerin, sonrasında Tim Burton'ı sana bir kez daha sevdiren Alice. Harikalar diyarında ne yaşadıysa senin de yaşamak istediğin.
Devlet Opera ve Balesi'nde gösteriliyor "Alis Yıldızların Altında". Michael Popper adlı bir koreografın kurgusuyla. Çok acayip ama.
Öncelikle şunu söyleyeyim ki ben hiçbir gösteri bitmeden çıkmadım. Gelin görün ki, bugün bu gösteriden çık(a)mamamın tek sebebi ara olmamasıydı. Bu kadar sert bir eleştiriyle ilk yazıma başlamak istemezdim, ama gösteriden sonra hissettiklerim hayal kırıklığından öte kızgınlıktı yahu :)
İlk söyleyeceğim şey; sıkı durun, bu bir bale değil. Modern bir dans gösterisi de değil. Hatta içinde dans bile yok. Dans tiyatrosu değil. Tiyatro da değil. Belki televizyon programlarındaki mizansenlerden olabilir. Zira kendini tekrar eden bölümlerini çıkarsanız maksimum 40 dakika sürer zaten.
Unutmadan bir de şu var; gösteriyi belki de gündüz gösterimi nedeniyle çocuk oyunu zanneden ve çocuklarını getiren ebeveynler bile mutsuzdu. Çünkü çocuklar mutsuzdu. Hatta çocuklardan bir tanesi gösteri içinde bir anda yüksek sesle "bu ne yaa?" deyince sanırım çoğunluğun hislerine tercüman oldu :)
Gel gelelim gösteriye. Bol bol zıplama vardı gösteride. İki parende gördüm, bir ara dans eder gibi oldular ancak dans o kadar senkrondan uzaktı ki bekleyip bekleyeceğime pişman oldum.
Anlatıcı vardı gösteride. Evet anlatıcı. Hem de iki tane. Dizi özetlerindeki gibi. Buna rağmen kim olduğunu çıkaramadığım karakterler de vardı. Dolayısıyla anlatıcılar ne yaptı/yapmaya çalıştı anlayamadım :)
Senkron sorunu o kısacık dans sahnesinde yaşanmadı sadece. Oyuncular/dansçılar/göstericiler sanki hiç prova yapmamışlar gibi koptular sanki ara ara. Mesela repliği biten oyuncu 10 saniye kadar müziğin girmesini ve diğer oyuncunun repliğinin başlamasını bekledi. Enteresan bir andı tabi. Gidenler varsa hangi kısımdan bahsettiğimi anlarlar; Şapkacı'nın istiridyelerle ilgili konuşmasından 10 saniye sonra giren müzik ve Alice'in süpürgeyle bekleyişi.

Kendini tekrarlamak dedik. Mesela Kraliçe'yle yapılan bir çay partisi vardı. 6 kez oturup, çay içip, kalktılar. Evet her seferinde oturdular, çay içtiler, kalktılar. Tabi bir de 4 kez söylenen "fış fış kayıkçı" şarkımızı da atlamamak lazım. Türkçe uyarlaması için güzel seçilmiş sayılabilecek bu şarkıyı 70 dakikada 4 kez duyunca çocukluğunuzdaki güzel anılar ezilebiliyor :) Tekrar derken, Tweedledum-Tweedledee ikizlerin sahnesinde dört hareketin ikili kombinasyonlarının hepsinin 10 dakika boyunca sergilenmiş olduğunu da atlamamak gerek.
Şarkı demişken; gösterinin sonlarına doğru Şapkacı'nın "size bir şarkı söyleyeyim mi?" repliğine ne rolünden ne kostümünden karakterini çıkaramadığım kadının "çok uzun mu?" cevabı nadir sevdiğim yerlerdendi.
Sevdiğim iki yer/oyuncu daha var. Fraklı kemancımız ki kendisi ses efektlerinde muhteşemdi. Diğeri ise Beyaz Tavşan'ın durduğu yer ve elleri sabitken ayaklarının koşar haliydi. Duracell tavşanı sanki mübarek.
Son olarak, Alice'in diğer macerası "Through the Looking-Glass" romanının dokuz adamın bir cam bardağın içinden bakması şeklinde gösteriye yedirilmesi ise benim bile yorum yapma sınırlarımı aştı.
Sonuç, bütün göstericilerin selam verdiği sırada içimden gelen tek şey hadouken (güzide dilimizdeki haliyle aduket) çıkartmaktı. Evet. Ben mi aradım seni?
Sonunda ben de yazmaya başladım.
Bugün gerçekten aklımdan geçenleri paylaşmak istedim birileriyle ama gösteride sessiz olmam gerektiği için yanımdaki arkadaşıma bu detayda anlatamadım tabi.
Sonuç; işte geldim buradayım.
Başlıyoruz.
Ne izledim, ne okudum, ne yaptım bir bakalım.
Kısaca; ne gördüysem o!